Eşim Ali Vefa, iki oğlum, kayınbiraderim Aziz Can ve eltim Gülfem ile tatile çıkmaya karar verdik. Gezi yerinin tespitini ve her türlü organizasyonu Aziz Can ve Gülfem yaptılar. Bir tur şirketi gibi her günümüzü programlayıp bu program akışının her basamağını organize ettiler. Böylelikle müthiş bir gezi ortaya çıktı. Çok keyif aldık. Hayatımızın birçok ilklerini yaşadığımız bir gezi oldu.
Veee evet Tanzanya’ya gidiyoruz.
Tanzanya Birleşik Cumhuriyeti
Afrika’nın orta-doğu bölgesinde yer alan Tanzanya bir üniter cumhuriyet olup, yirmi altı adet mikoa (eyalet) adı verilen bölgeden oluşuyor. Ülkedeki etnik grupların (kabile) sayısı 120’den fazla. Nüfusu 38 milyon.
Tanzanya’daki nüfusun üçte biri Müslüman.
Her bir topluluğun kendine özgü dili bulunuyor. Dolayısıyla ülkenin resmi dili Svahili dilidir. Ülke, bağımsızlığını ilan ettikten sonra sömürge döneminin resmi dili olan İngilizce, bir müddet resmi işlerde kullanılmaya devam etmiş. Son yıllarda, İngilizce hemen hemen hiçbir devlet kurumunda kullanılmıyormuş. Bu nedenden dolayı Tanzanya, Afrika’daki sömürge ülkeleri arasında eski sömürge dilini hemen hemen hiç kullanmayan sayılı devletlerden.
Tanzanya ismi, 1964 yılında birleşerek Tanzanya’yı oluşturan Tanganika ve Zengibar ülkelerinin ilk hecelerinden esinlenerek verilmiş. 1996’dan beri ülkenin başkenti Dodoma. Ancak bağımsızlık tarihinden 1996’a kadar doğudaki kıyı metropolü olan Darüsselam (Dar es Selam) ülkenin başkentiymiş.
Afrika kıtasının gelişmiş ve güvenli ülkelerinden biri. Unesco’nun koruması altındaki, dünyanın en el değmemiş doğal parklarına sahip bir ülke.
Ekvatorun hemen altında yer aldığından yaz ve kış sıcaklık farklılıkları büyük değişiklikler göstermiyor. Gezi için en müsait dönem yağmurların az olduğu haziran-ekim ayları arası.
Ülkenin en büyük geliri turizmden geliyor, yani safarilerden. Serengeti dahil yaklaşık 14 tane doğal parkları bulunuyor. Bu parklarda birçok vahşi hayvan mevcut. National Geographic birçok belgeselini bu parklarda çekiyormuş. Tanzanya haricinde safarinin yapılabildiği Kenya ve Uganda’da da doğal parklar bulunmakta. Bu 3 ülke zaten komşu. Gelelim Safari konusuna…
Safari; doğal parklara özel modifiye edilmiş üzeri açık arazi cipleriyle girip, hayvanları doğal ortamlarında gözleme eylemine denilmekte.
Afrika’da halen sıtma ve sarı humma olduğundan (her ne kadar Tanzanya’da artık yok deseler de kırsal bölgeler için kesin konuşulamıyor) bir ay önce İzmir Pasaport’ta Seyahat Sağlığı Merkezinde sarı humma aşımızı yaptırdık. Bir gün önce de sıtma için tetradox (doksisilin) almaya başladık. Döndükten sonra 4 hafta daha devam etmemiz gerekiyor. Bu arada Hepatit A geçirmeyenlerimiz aşılarını oldu. Yanımıza DEET oranı % 30 olan sinek kovucular (off max) aldık.
1. GÜN: 17 Ağustos 2013 Cumartesi
14:45 İzmir-İstanbul pegasus uçağına binmemiz ile yolculuğumuz başladı. İstanbul’da havaalanında Aziz’lerle buluştuk. 19:10 İstanbul Dar-Es Selam THY uçağı ile Tanzanya’ya uçtuk. (Gidiş dönüş uçak bileti kişi başı 2200 lira). Yolculuk 7,5 saat sürdü. 2:30 gibi şehre vardık.
2. GÜN: 18 Ağustos 2013 Pazar
Dar Es Selam havaalanı oldukça küçük ve pis. Tuvalette fazla bir yere dokunmadan ihtiyacımızı giderip safari kıyafetlerimizi burada giydik. Dışarıda banklarda oturduk. Yerel organizatörümüz Ramadan ve safari şoförümüz Sky ile buluştuk. Bu arada araçlarda direksiyon sağda.
Güvenli bir yolculuk için saat 5’e kadar bekledik ve ardından yola koyulduk. Saat 8 gibi bölgenin en büyük ve güzel olduğu söylenen restoranı ve kahvaltı salonunda kahvaltı molası verdik. Bize biraz pis geldi. Ama idare ettik. Hakuna matata
Hakuna matata: Asayiş berkemal. (Burada ilk öğrendiğimiz Svahilice kelimeler)
Burada omlet ve kıymalı muska böreği yedik, sütlü ve sütsüz çay içtik. Restoranın yanında hediyelik eşya dükkanı vardı. Burada tahtadan oyma heykeller, ahşaptan Masai heykelleri, maskeler, yağlı boya resimler vardı.
Biraz alışveriş yapıp yola koyulduk.
Mikumi Milli Parkı’na gideceğiz. Daha 3 saat yolumuz var. Yollar çok kötü. Dar Es Selam’dan Mikumi’ye giden yol ülkeyi kuzeyden güneye geçen ana artermiş. Çoğumuz sarsıla sarsıla da olsa yol boyunca uyudu. Ali Vefa uyuyamadı ve daha sonra yol boyunca çok fakir bölgelerden geçtiğimizi söyledi bize.
Saat 11 gibi Mikumi’ye giriş yaptık. İçeri girer girmez önce babunları gördük. Yol kenarlarında kah kaşınıyorlar, kah çocukları ile oynuyorlar. Sky durdu. Biz de fıstık attık. Öyle olunca hemen yola çıkıp cipin etrafını sardılar. Ama araçlar gelip geçiyordu ve bu onlar için çok tehlikeli idi. Meğerse bu yüzden onlara yiyecek atmanın 100 dolar para cezası varmış.
Hayvanların güvenliği çok önemli burada.
Yol boyunca impala, zürafa, fil, antilop, zebra gördük ama aslan ve leopara rastlayamadık. Tabii ki şans ama leoparlara daha çok Serengeti’de rastlanıyormuş. Hayranlıkla vahşi hayatın içine daldık.
Bu parklar hayvanat bahçesi olmadığından, hayvanları aramak için hatırı sayılır bir zaman geçirmek gerekiyormuş. Şansımızın iyi gideceğini umuyoruz. Parkların içinde çadır kampı veya oteller bulunabiliyor. Bildiğiniz vahşi yaşamın içine yapmışlar otelleri. Etraflarını kapatmak yasak olduğundan “Ranger” denilen silahlı Orman Bekçileri tarafından korunuluyor.
Yol boyunca kıyıda yanmış otlar ve yanık kokusuna şahit olduk. Toprağı kasti olarak bir miktar yakılıyormuş. Hayvanlar, yanık sonrası çıkan taze yeşil otlarla besleniyormuş.
5-10 dakika sonra “Mikumi Wildlife Kampı”na vardık. Resepsiyonda bakınırken yöresel kıyafet olduğu belli çok güzel ve kırmızı ağırlıklı renkli giysiler giymiş 2 zenci gördüm. Onları turist zannettim. Meğerse onlar Tanzanya yerlileri yani “Masai”lermiş. Otelin çevresini onlar koruyor. Gece hava karardıktan sonra (bu mevsimde 18:30 gibi) odadan çıkıp 20 metre mesafedeki restorana giderken bile Masailer’e sesleniyorsunuz, onlar sizi götürüyor. Korumalarımızın ellerinde sopa dışında da bir şey görmedik ama.
Bu arada park içindeki oteller, dışındaki otellerden daha pahalı. Biz yarım pansiyon 1 gece konaklama ve safari için 4 kişi 2800 TL verdik.
Otelin müdürü Onno adında bir Hollandalı. Çok ilgili bir adam. İşletmelerin çoğu yabancıların elinde.
Kampa geldiğimizde bahçede masada oturan bir turistin, odasına dinlenmeye gitmek için odasının önündeki bufaloların (Afrika mandası) gitmesini beklediğini öğrendik. Hafif ürperir gibi olduk sanki.
Vahşi doğanın içindeyiz.
Otel; 6 bungalovdan oluşuyor. Her birinde 2 oda var.
Çok sade, zevkli ve temizdi. Odaların pencerelerinde cam yok, sineklik var. Bir kez daha ürperir gibi olduk.
Ya hayvanlar incecik sinekliği parçalayıp odaya girerse. Yok yok korkmuyoruz. Sadece ihtimalleri gözden geçiriyoruz:)
Yataklar cibinlikli. Pencereler alçakta ve büyük. Yattığımız yerden savanı, bufaloları, zürafaları seyredebiliyoruz.
Önce öğle yemeğimizi yedik. Kırmızı et, kızarmış patates ve salata istedik. Çok lezzetli bir et şiş geldi.
Yemek sonrası uzun kollu gömleklerimiz, pantalonlarımız, şapka ve dürbünlerimiz ile safariye hazırız artık. 13:30-14 gibi çıktık.
Cipin üzeri açılıyor ve arabada ayakta durarak dışarı izleyebiliyoruz. Öğleden sonra 3-3,5 saatlik bir tur yaptık. Araba ile milli parkın içinde dolaşılıyor, eğer yakınlarda bir hayvan varsa, şoförümüz ve rehberimiz Sky durup hayvanları izlememiz için zaman tanıyor. Biz tamam deyince tekrar hareket ediyor. İlla bütün hayvanları göreceksin diye bir şey yok. Bu bir şans, görebiliriz de, göremeyebiliriz de. Hayvanları ürkütmemek için kampın içinde hız limiti var. Fazla hız yapmıyorlar. Rehberler gelen turistlere daha çok çeşit hayvan gösterme peşinde. Gezimizde zebra ve impala sürüleri, renkli kuşlar, kartallar, zürafalar, sülünler, filler, wilde beestler, yaban domuzu, çakal, sansar gördük. Hem de hemen yanı başımızda.
İmpalalar 80-90 cm yüksekliğinde karnı beyaz olan bir tür antilop.
Zürafaların önünde wilde beestler (Afrika antilobu).
Hipopotam (su aygırı) havuzu ilginç ve hoştu. Hayvanlar sürüler halinde gelip su içiyorlar. Sky, burada fotoğraf çekmemiz için araçtan inmemize izin verdi.
Onlarca hipopotam suyun içinde kaba sesler çıkarıp keyif yapıyorlardı. Muhteşem bir manzaraydı. Terleme bezleri olmadığından uzun süre suda durmaları gerekiyormuş.
Havuz kenarında ve içinde timsahlar vardı.
Ayrıca 100-150 tane bufalodan (Afrika mandası) oluşan sürü biz oradayken yine bu havuza gelip su içtiler.
Komik bakışlı bufalolar.
Demek zürafalar böyle su içiyormuş.
Bu arada arkadaşıyla telsizle haberleşen Sky hızlıca bizi aslanın yanına götürdü. Arada 20 metre mesafe yoktu bile. Sky, bazıları gruplar halinde toplam 9 aslan gösterdi bize. Tam bir sessizlik halinde seyrettik. Bir keresinde iki aslan, ağaç dallarındaki yaprakları yiyen zürafaya pusu kurdular ama zürafa olayı fark edip uzaklaştı.
Aslanlar insanlara ve ciplere öyle alışmış sanki orada bir çok kişi onları izlemiyor gibi davranıyorlar.
Bu doğal parklarda avlanma yapılıyor mu diye sorduğumuzda Sky’ın gözleri faltaşı gibi açıldı. Yasakmış. Ama Selo parkta avlanılabiliyormuş. Bu nedenle oradaki hayvanlar daha yabaniymiş ve insanlardan kaçıyormuş. Halbuki buradakiler öyle değildi.
Bufalolar çok komik olarak bize bakarken zürafalar gözlerini ayırmadan şaşkın şaşkın bakıyordu. Ama hepsi çok sakin ve ormanın olağan canlılarıymışız gibi davranıyorlardı. Safari sırasında denk geldiğimiz bir turist bayan hayvanların resimlerini karakalem çiziyordu.
Burada geniş gövdeli, narin ince dalları olan meşhur “bao bao” ağaçları var. Sky yaşlı bir tanesine götürdü bizi.
Artık bugünkü safarimiz bitti. Ciple otelimize döndük.
Duşlarımızı alıp akşam yemeği için hazırlandık. Akşam 22’de elektrikler kesiliyor ve doğal yaşama uyum sağlanıyor. Onno bize gerekli olduğunda kullanılmak üzere el feneri verdi. Akşam restorana giderken hava kararmıştı. Ama masailere seslenmek aklımıza gelmedi. Olayın ciddiyetini anlayamadık herhalde. Allahtan yolda Aziz’lerle karşılaştık. Yanlarında Masailer vardı. Onlarla restorana gittik.
Akşam yemeğinde tavuk tercih ettik. Tatlı olarak kek ve muzlu tropikal meyveli bir tatlı tercihi vardı. Hepimiz bildiğimiz olsun diye havuçlu keki istedik. Onno gelip diğerini tavsiye etti. Vefa’nın dışında bizler buna uyduk. Muhteşem bir şey beklerken mini sandal şeklinde bir tabakta 4 ince dilim halinde karamelize muz geldi. Keşke kek isteseydik derken Vefa’ya da mikro ölçülerde bir kek geldi. Ama ortam muhteşemdi. Masaları yarı açık restoranın da dışına bahçeye çıkarmışlar. Ağaçlara mumlar asmışlar, bir köşede ateş yakmışlar. Yorgun bir günün ardından huzurlu bir gecede yemeğimizi yedik.
İçeceklerimizi ateşin etrafında içtik.
Av muhabbeti yaptık.
Yan masadaki turistlerle konuşurken öğrendik ki üç gündür safariye çıkıyorlarmış ama daha aslan görememişler. Ne kadar şanslı olduğumuzu bir kez daha idrak ettik.
Odalarımıza çekilip karanlık savan manzarasında uykuya daldık.
3. GÜN: 19 Ağustos 2013 Pazartesi
Sabah Sky’la anlaştığımız üzere 6:30’da safari için hazırdık. Bu saatlerde etraf hareketlenmeden ve ısınmadan daha çok hayvan görebilirmişiz. Nitekim uyanık Sky sayesinde, dün göremediğimiz yeleli aslanı (erkek) ve ağaca tünemiş leoparı gördük. Ardından son bir aslan daha gördük.
Aslanın yanağında kanlı yara izi vardı.
Mikumi’nin bir özelliği de çok çeşitli kuşları barındırmasıymış. Birçok kuşu görme imkanımız oldu.
Saat 8:10 gibi safariden otele gelip kahvaltıya oturduk ki ne görelim. Tabaklarda ince bir dilim karpuz, bir dilim mango ve bir dilim ananas var. Vefa şaşkınlıkla garsona tüm kahvaltı bu mu diye sordu. Bunu duyan yan masadaki turistler de gülüşerek merak etmeyin devamı gelecek dediler. Menüde peynirli omlet, mantar, mango reçeli, bal ve tereyağı vardı. Kahvaltıda peynir ve zeytin kültürleri yok. Bol bol ekmek tükettik burada.
Kahvaltıdan sonra bavullarımızı hazırladık. Kısa bir safariden sonra Zanzibar’a uçmak üzere Dar Es Selam’a gidecektik çünkü. Öğle yemeği ile vakit kaybedemiyeceğimizden tavuklu sandviç, meyva, meyvalı yoğurt ve sudan oluşan “lunch paket” siparişi verdik.
Safari turunun ardından şirin, sevimli, ilginç ve bir o kadar da vahşi hayvanlara veda ettik. Otele uğrayıp yemek paketlerimizi aldık. Onno ve personel ile de vedalaşıp 12:30’da yola koyulduk. Böylece 1,5 gün gibi safari için kısa bir zamanda safari turunda görülmesi gereken “big five” yani fil, bufalo, aslan, leopar ve Afrikan rhino (gergedan)’dan, gergedan haricindekileri görmüş olduk. Bu büyük bir şans. Sky’ın uyanıklığı ve çabaları sayesinde. Gergedan bizim kampta bulunmuyormuş zaten.
Yolda müsait bir restoranda yemeklerimizi yedik.
Yol boyunca fakirliği seyrettik. Kerpiçten, pencereleri olmayan, hemen hepsi yıkık dökük evler vardı sağlı sollu. Dıştan bakıldığında terk edildiği için harap olmuş görünümdeki evlerde yaşam var oysa ki. Bir iki evin içini gördük. Yerde bir-iki döşek ve birkaç leğen vardı.
Temizlik olabildiği ölçülerde. Çok yoksullar. Ancak kadınlar rengarenk giyimliydi. Ve dikkatimi çeken bir nokta; hepsi çok mutlu görünüyorlar. Bu özellikleri Çingeneleri getirdi aklıma. Önemli olan da bu değil mi zaten.
Taşımacılık bu araçlarla sağlanıyor.
Çoğu yakın mesafelere (bize göre uzak) yayan gidiyor.
Kadınlar ağır yüklü küfeleri başlarının üstünde taşıyor. Nasıl beceriyorlar anlamak zor.
Çoğunun ayağında terlik, ayakkabı yok. Yolda Selman’ın dağıttığı çikolatalarla mest oldu çocuklar.
Sokak lambaları yok ve hava saat 18 gibi kararmaya başlıyor. Geçtiğimiz şehirlerin çoğunda elektrik yok.
Dar Es Selam yakınlarında Sky trafiğe takılmamak için daha da bozuk olan yollara saptı. Hoplaya zıplaya bir yolculuk yaptık.
18:10’da havaalanına vardık. Biletlerimiz 20:30 uçağına idi. Bulunduğumuz havaalanı, küçük uçakların kalktığı küçük bir havaalanı.
Uçağımız 13 kişilik pervaneli (pır pır) uçaktı. (Gidiş-dönüş kişi başı: 100 dolar). Safari gibi bu da bizim için ilk olacaktı. Bekleme salonunda vakit geçirdik. 11 yolcu ile 20:10’da uçağımız kalktı. Aziz uçağa binerken biraz zorlandı tabii.
Sevimli pilotumuzun hemen arka sırasında oturuyoruz. Uyulması gereken kuralları da kendisi anlatıyor.
Gece adaya varmak üzereyken uçak penceresinden sahile vuran beyaz köpüklü dalgaları seyrettik. Yolculuk 20 dakika sürdü. Zanzibar havaalanında otelimizin sahibi Samson’un gönderdiği şoför Ramadan (bu isim burada çok kullanılıyor anlaşılan) bizi karşıladı. Biraz asabi biri. (Otele transfer toplam 50 dolar.)
22’ye doğru otele vardık. Sevimli tavırları ile Samson bizi karşıladı. Otel hakkında bilgi verdi. Otel 2 bloklu toplam 18 odalı, küçük fakat çok zevkli, muhteşem bir oteldi: Dogwe Ocean View Otel (www.dongweoceanview.com). Bütün odalar deniz manzaralı. 4 gece 4 kişi 2200 liraya kaldık.
Bu arada etraftaki otel müşterilerinin şaşkın bakışlarını üzerimizde hissettik. Önce bir anlam veremedik. Daha sonra öğrendik işin aslını. Samson hepsi Avrupalı olan otel müşterileri ile sohbet ederken biraz sonra Türkiye’den misafirlerinin geleceğini söylemiş. Ardından biz gelince -artık ne bekliyorlardı ise- çok şaşırmışlar.
Bavullarımızı odaya bırakıp akşam yemeğine indik. Gece dolunayda sahilde yürüdük. 100-150 metre ilerde sandallar kuma oturmuştu. Personele med-cezir olayını ve ne zaman suların otele yaklaşacağını sorduk ama anlayabildiğimiz bir cevap alamadık.
4. GÜN: 20 Ağustos 2013 Salı
Zanzibar
8. yy’da İran’ın Şiraz kentinden gelen göçmen ve tüccarlar tarafından kuruluyor. Farsça Zangi bar yani; zencilerin sahili anlamına geliyor. 1503- 1698 yılları arasında Portekiz istilasına, 1698’den sonra da, Umman Araplarının Portekizliler’i kovmaları neticesi, Umman Sultanlığına dahil oluyor. Baharat, züccaciye ve tekstil ticaretinin yarattığı bereket sonunda, Umman Sultanı, Hanedanlığını Muskat’tan, Unguja (Zanzibar) adasındaki Stone Town’a taşıyor. Sultanın ölümünden sonra, taht kavgaları neticesi Umman ve Zangibar olarak ikiye ayrılıyor. 1890-1963 yılları arasında da, İngilizler’in atadığı valilerle yönetilerek yarı sömürge durumuna giriyor. 1963’de yine, Umman Sultanı’nın yönettiği “anayasal krallık” olsa da, uzun sürmüyor bu durum ve 26.04.1964 tarihinde bağımsızlığını kazanarak Tanzanya’ya bağlı özerk cumhuriyet oluyor.
Nüfusun % 99’u Müslüman. Tanzanya’ya bağlı Zanzibar (asıl adı ile Unguja) ve Pemba adlı 2 adanın birleşiminden oluşan ada takımı; yıllar boyu hükümdarlığı altında kaldığı farklı kültür ve ırkları içerisinde harmanlamış. Arap ve Afrika kültürleri iç içe geçmiş.
Adanın geçim kaynağı çoğunlukla baharatlar.
Adanın kuzeyi (Nungwi); kumsalları ile ünlüyken bizim kaldığımız doğu bölgesi (Dongwe); başta mercan olmak üzere su altı zenginliği ile ünlü.
Bu sabah tur programımız yoktu ve tüm günü otelde geçirecektik.
Sabah 7:30’da yağmurla uyandığımda deniz suyu otele yaklaşmıştı. Med cezir Zanzibar’ın batısında daha azken doğusunda azami ölçülerde yaşanıyor. Burada deniz çekilmesi bir buçuk kilometreyi bulabiliyormuş.
Balkondan bembeyaz kumlu sahili seyrettim bir müddet. O kadar güzel ve dinlendiriciydi ki. Gece kuma oturmuş olan tekneler (geleneksel arap yelkenli tekneleri: dhow) sabah sudaydı. Meğerse gece sular otele kadar gelmiş sonra tekrar çekilmeye başlamış.
Deniz çekildiğinde fakir halk için para kazanma zamanı başlıyor. Bayanlar sığ sularda avlanıyorlar. Avladıkları ahtapotları erkekler kayalara vura vura yumuşatıyorlar ve otellere satıyorlar.
Tekneler ilkel ve ahşap. İstenirse yelkenli takılabiliyor. Koyda yaklaşık 14-16 tane tekne saydım. Sabaha uyanan günde yerliler bağırarak birbirleriyle konuşuyorlar. Kollarına mavi, sarı kovalar takmış kadınlar sularda avlanmaya başlamışlar bile.
Kahvaltıdan sonra hadi dedik bırakalım kendimizi bu muhteşem denize. Plaja bir baktık aaaaa o da ne! Deniz çekilmiş. 2 saat önce otelin kıyısındaydı oysa. Şimdi taaaa 500 metre çekilmiş ve yerini bembeyaz kumlara, rengarenk mercanlara, deniz kabuklarına ve yengeçlere bırakmış. Aziz, Samson’a “denize nasıl gireceğiz” diye hesap soruyor. Meğerse saat 14-15’de sular tekrar geliyormuş. Önce inanmakta güçlük çektik. İlk defa böyle bir şeyle karşılaşıyorduk. İlginç bir deneyimdi.
Arkadaki beyaz bina otelimiz.
Suları çekilmiş kumsalda yürüyüş yaptık. Çıplak ayakla sığ suda yürümenin keyfi paha biçilemez. Biraz derinlerde deniz kestanesine karşı bazen terliklerimizi de giydik. Mercanlar muhteşemdi. Dalmaya hatta şnorkele bile ihtiyaç yok. Yengeçler kumun üzerinde yan yandan hızla geçiyorlar.
Yan taraftaki İtalyan otelinin uzun bir iskelesi vardı. Oraya gittik.
Buradaki otellerin çoğu başta İtalyanlar olmak üzere yabancıların elinde. Bizimkinin sahibi yerli idi ama.
Bu arada yağmur başladı. Denizde yağmur harikulade.
İskeledeki barda bir şeyler içtik.
Bu arada sular hafif hafif kabardı.
Bir tekneyle 65000 şiline (72 lira) bizi şnorkel ile yüzmeye götürmesi için anlaştık. Tekneleri oldukça derin ve dar. Ayakta durduğumuzda boyu kalça hizamıza geliyor ve karşılıklı anca sığıyoruz. 12’de çıktık. 1 saat kadar denizde kaldık. Sığ denizde mercanları ve rengarenk balıkları seyrediyoruz. Fırtına çıkacağını söyledikleri için geri dönüyoruz. Biz dönerken deniz yükselip kıyıya ulaşmıştı bile.
Otelde biraz denize ve havuza girdik. 5 çayı ikramında bir şeyler atıştırıp dinlendik.
Sahilde sürekli bir şeyler satan, tur ayarlayan Masailer var. Etrafa renk katıp hareketlendiriyorlar. Dans ediyorlar. Hem otel görevlileri hem sahildeki yerliler güler yüzleri ile hemen jambo (merhaba), mambo (nasılsın) deyip muhabbete başlıyorlar. Bir kaç kelime de olsa Svahilice öğrenmek şart oldu. Zaten hemen öğretiyorlar. Mambo poa deyip cevap veriyoruz onlara. Yardımlarından sonra da asente sana demeyi ihmal etmiyoruz.
Oteller küçük, kapasiteleri düşük. Sahil kocaman. İnsan az. O derecede sakin ve dingin. (Bu hali ile Türkiye ile taban tabana zıt). Otelimizde herkes birbirini tanıyor. Yerliler de herkesi tanıyor. Biz de ikinci günden sonra onları tanıdık. Hatta bazılarının isimlerini bile öğrendik. O kadar sevimliler ki.
Gülfem’le Aziz otelde kalan İtalyan, Alman müşteriler ile muhabbet kurdular. Otel müşterileri Türk olduğumuzu öğrenince inanamamışlar. Geldiğimiz ilk günkü tutumları devam ediyor. Kendilerine, diğer Türklerin de bizim gibi normal insanlardan oluştuğunu izah ediyoruz. Muhtemelen Arap ve çarşaflı birilerini hayal ediyorlar.
4. GÜN: 21 Ağustos 2013 Çarşamba
Bugün Samson’un ayarladığı “Blue Safari” turuna çıkıyoruz. (Kişi başı 45 dolar). Saat 8’de Ramadan gelip bizi aldı. Yaklaşık 1 saat 10 dakikalık yoldan sonra 13 kişilik bir grup olarak motorlu teknemize bindik. Önce küçük bir ada yakınında durduk. Palet vb. olmayanlar buradan eksik malzemelerini temin etti. Şnorkel ile ada etrafında mercan resiflerinde gezindik. Rengarenk mercanlar, her çeşidinden, her renginden balık vardı. Palyaço balıkları benim gözdem oldu. Tam anlamıyla görsel bir şölendi. O zamanlar go-prom olmuş olsaydı deniz altındaki bu cenneti aktarabilirdim.
Ardından toparlanıp öğle yemeği yiyeceğimiz adaya gittik.
Burada istakoz dahil birçok deniz ürünü ve balık yedik.
Ardından grup liderimiz bize yerel meyveleri tanıtıp nasıl yenileceğini gösterdi. Hepsi çok lezzetliydi.
Çok yiyoruz çok. İlginç ama gerçek; Amerika’da aç kalan ben Afrika’dan kilo alarak döndüm. Alışık olduğumuz yemek ve kahvaltı kültürü yok aslında. Kahvaltıda peynir ve zeytin özlemimiz artıyor. Neyse ki omlet yapıyorlar. Aslında yiyecek şeyler var ama damak tadımıza pek uygun değil. İs gibi kokan bir pilavları var mesela. Ama pilav canavarı Civan hemen alıştı bu pilava. Deniz ürünleri bol ve güzel. Booool bol birbirinden güzel tropikal meyveler tattık.
Adanın biraz iç bölgesinde bulunan, devrildiği halde yaşamaya devam eden en eski bao bao ağacını gördük.
Bu arada karşı tarafta kalan, az önce üzerinde olduğumuz adanın sular altında kalıp görünmediğine şahit oluyoruz. Med cezire hala alışamadık!
Tekneye biniyoruz. Bu sefer bir laguna getiriyorlar bizi ve yüzme molası veriliyor. 4-5m. derinliğe sahip bu lagunun, sular çekildiğinde boşalıp gezilebildiğini söylediler. İnanmaz gözlerle baktık onlara.
Dönüş yoluna geçtik. Sabah tekneye binmek için denize doğru bayağı yürümüştük. Dönüşte sular yükseldiği için sahile doğrudan tekneyle vardık.
Tur sonrası pazara bir uğruyoruz.
5. GÜN: 22 Ağustos 2013 Perşembe
Bugün Pino yani Hasan ile anlaştık. Bizi sırayla “Dolphin tur” “snorkel ile yüzme” ve “”yağmur ormanları”na götürecekti.
Dolphin tur
Sabah 6’da kahvaltı yapıp 6:30’da yola çıktık. Adanın güney sahilindeki Kizimkazi köyüne geldik. Buradaki bir balık cinsi ile beslenen yunusları doğal ortamlarında görebilmeyi ve yüzmeyi umarak geldik. Fakat biraz eziyetli. Etrafta bizim kiraladığımız gibi 10 civarında motorlu tekne var. Hep birlikte yunusların bulunduğu mevkiye geliniyor. Tekneler arasındaki mesafe biraz açılıyor. Ardından yunusları hangi tekne gördüyse onun gittiği tarafa doğru diğer bütün tekneler gidiyor. Bu arda dans edercesine su üstüne çıkıp denize dalıyor yunuslar. Yunuslar itina ile takip ediliyor, kayık duruyor, yunusla yüzmek isteyen turistler şnorkelleri ile hemen denize atlıyor. Görebilen görüyor ya da yunuslar kaçıyor. Tekrar kayığa çıkılıyor, takip ediliyor, görünce yaklaşılıp denize atlanıyor. Bunun gibi pek çok tekrar ve yorucu dakikalarla geçen bir tur.
Yunuslara insanlardan rahat yok.
Hazırda bekleyen insanlar. Ben de 3 kere atladım bu hengamede. Ancak son seferinde yunusları görebildim. 3 tanesi altımdan 3 tanesi altta yan tarafımdan geçtiler. Aziz, Selman ve Civan da yüzdüler yunuslarla. Gülfem ve Ali Vefa ürktüler ve hiç atlamadılar. Yunuslarla yüzme işi zaman alınca şnorkelle yüzme işi tur kapsamından çıkarıldı.
Jozani Forrest (Yağmur ormanları) turu
Bir rehber eşliğinde önce yağmur ormanında gezintiye çıktık. Milyonlarca kocaman ağaç… Yemyeşil. Bizim buralarda saksılarda yetiştirdiğimiz aşk merdiveni isimli bitki orada yerlerde çim niyetine yetişmiş. Ama devasa boyutlara ulaşmış.
Ardından sıra Kırmızı Colobus Maymunlarına geliyor. Bu maymunlar Zanzibar’a özel olduğundan dünyada görülebilecek tek yer burası. Ormanı ikiye ayıran yola çıkıyoruz. Bir bakıyoruz maymunlar yolun öteki tarafına doğru geçmiş. Takibe çıkıyoruz. Şunu belirtmek gerekir ki burada hayvanlar çok değerli. Belki de geçim kaynakları olduğundan. Bu yola maymunlar sıkça çıktığından arabalar burada yavaşlamak zorunda. Yanlışlıkla bir maymunu ezerlerse ağır para cezası var. Maymunlar insanlara öyle alışkın ki diplerine kadar girip fotoğraflarını çekebiliyoruz. Hatta bir vurdumduymazlık içinde sizle ilgilenmiyorlar bile.
Sırada Mangrove Ağaçları var. Yolun karşısındaki taraftan devam edip biraz yürüyoruz. Ve bu ağaçların bol olduğu ormana geliyoruz. Ağaçlar deniz suyu ile besleniyor. Köklerinde deniz suyu var. İlginç olarak kökleri yukarıya doğru büyüyor.
Ve saat 12:30 gibi turumuz bitti.
Bir an ne yapalım diye düşündük.
Yörenin geçim kaynaklarından biri baharat. Baharat bahçelerini gezdiren bir tur programı da var.
Ancak biz, buradaki ilk günümüzde gittiğimiz, otel sahilinden yaklaşık 1 km mesafede güzel mercanların olduğu yerde şnorkelle yüzmeye karar verdik. Bu kadar güzel mercanları ve balıkları bulmuşken baharat bahçesi gezmek istemedik doğrusu.
Tekneyle uzun sürdüğü ve sular çekili olduğu için dahiyane bir fikirle kıyıdan biraz yürüyüp sonra da yüzerek gitmeye karar verdik. Ama Ali Vefa ve ben yolda akıntıya kapılıp ürkütücü bir deneyim yaşadık. Ürkütücü demek hafif kaldı. Korkutucu bir deneyimdi. Böylelikle ilk akıntı deneyimimizi de yaşamış olduk. İnşallah ilk ve son olur. Neyse Civan’ın yardımları ile sonunda bölgeye vardık. Deniz içinde akvaryum gibi bir alan bulduk. Rengarenk yüzlerce balıkla birlikte yüzdük. Hemen altımızda birkaç balık adam vardı. Balıklar elinizi uzattığınızda hemen kıvrak bir şekilde uzaklaşıyorlar. Ama birkaç tanesine değmeyi başardım. Mercanlar ise mükemmeldi.
Bizim çocuklar Masailer ile maç yapıyor.
Akşamüstü otelde biraz güneşlendik. Bu arada yerli kadınlar yine etrafımızı sardılar. Ama o kadar hoşlar ve nazikler ki. Rahatsız etmiyorlar. Biz de dayanamadık. Gülfem saçlarını ördürdü. Ben de ayak bileğim ve omzuma dövme yaptırdım. Dövmeler 10 dolar. Burada her şey ucuz.
Otelde son akşamımızı geçirdik. Beyaz kumlar, okyanus ve dolunay. İçimize sindire sindire seyrettik.
Med cezir halleri
Otelin önünden sular çekilmiş.
Otelin önüne sular ilerliyor.
Sular otelin önüne kadar gelmiş.
6. GÜN: 23 Ağustos 2013 Cuma
Bu sabah otelden ayrılıyoruz. Sabah kahvaltının ardından sinirli şoförümüz Ramadan (otel yolunda denetim yapıp, köy için para alan polislere bile kafa tutuyor) bizi almaya geldi. Başında takkesi de vardı. Bugün Cuma olduğu için herkes şık giyinmiş. Kadınlar başlarındaki örtüleri abartılı taşlı tokalarla tutturmuşlar. Erkeklerin hepsi temiz giyimli, takkeli. Çok hoşumuza gitti.
Bugünü adanın merkezi olan Stone Town’a ayırdık. Bu transfer (Stown town+havaalanı ulaşım) toplam 70 dolar. Ramadan Stone town’da bize rehberlik yapacağını söylemişti ama şehre gelince hemen sattı bizi. Başka rehber buldu bize. Kiminin sertifikası yok. Biz belge sorunca belgeli ama bilgisiz bir genç ile belgesiz ancak ingilizceye hakim ve şehri iyi bilen bir geç birlikte bizi gezdirdi. (10 dolar).
Rehberlerden biri yalın ayaktı. Çok fakirler.
Stone Town, Unesco Dünya Mirasları Listesinde yer almakta.
Sahildeki en etkileyici yapı ise Beyt-ül Ajaip yani Acaip Ev.
1883 senesinde Umman Sultanı’nın kendisine yaptırdığı bu evin adını halk koymuş. Acaip ev demişler. Çünkü adada ilk kez elektrik ve asansör bu evde kullanılmış. Ayrıca ev, yapıldığı dönemde adanın en yüksek binasıymış. İlk olarak Umman Sultanlığı’nın resmi ikametgahı olarak kullanılan bina, sömürge döneminde İngiliz Valisinin konutu olmuş. Umman Sultanları ise daha çok kabuller ve törenlerde kullanıyorlarmış. Günümüzde ise “Ulusal Müze” olarak hizmet veriyor. Müzede Umman Sultanları’nın kullandığı çeşitli eşyalar ve mobilyalar sergileniyormuş. Ama içini gezmedik.
Sahilde gezerken büyük, bakımsız beyaz bir binanın önünden geçiyoruz. Saray müzesi (Sultan’ın Sarayı).
Yine 1800′lerin sonunda inşa edilmiş olan bina bağımsızlığa kadar Sultanların evi olarak kullanılmış.
Oldukça eski ve bakımsız binalarla dolu ama inanılmaz renkli ve fotojenik bir şehir.
Şehrin dar sokakları ve eski püskü taş binaları arasında geziniyoruz. Çok sayıda hediyelik eşya dükkanı var. Buradan alınabilecek hediyeliklerin başında baharatlar geliyor. Ama temizliğine güvenemeyince alamadık.
Halk fotoğraf çektirmeye bayılıyor. Tabii karşılığında bahşiş istiyorlar. Çok bahşişçiler. Biz fotoğraf çekilirken poza giren bir çocuğa Selman’a aldığımız Masai ayakkabısını verince o kadar mutlu oldu ki. Ayağına büyük gelmesine rağmen giydi.
Taştan evlerin ahşap oyma kapıları kentin simgesi. Kapının ihtişamı, ev sahibinin zenginliğini gösterirmiş.
Kapının üzerindeki ucu sivri metal parçalar ise fillerin eve girişini engellemek için yapılıyormuş.
Et ve balık haline doğru yollanıyoruz. Ancak o kadar ağır bir koku hakim ki Ali Vefa ve Aziz Can giriyorlar sadece. Gülfem ve ben başımızı bir uzatıp hızla uzaklaşıyoruz. Balıklar pis tezgahlarda üzerlerinde sayısız sinekle sergileniyor.
Burası da etlerin satıldığı alan.
Halin yanında sebze meyva pazarı var.
Uğrayacağımız bir diğer yer Slave Market.
Ada bir dönem köle ticareti ile ünlüymüş.
Afrika’nın çeşitli bölgelerinden getirilen köleler önce burada dayanıklılık testi için tutuluyormuş.
Bir buçuk metre yüksekliğinde, 8-10 metrekarelik zindanlara 50’şer kişiyi koyuyorlarmış. 3 gün aç susuz bırakıp, bu süre sonunda sağlam kalanlar seçilmek üzere müşterilere sunuluyormuş.
Zindanlarda o dönemden kalma kölelerin bağlandığı zincirler halen duruyor.
Ortadaki alan kölelerin tuvaletlerini yaptıkları yer. Penceresiz, havasız bu yerde dışkıları ile aynı ortamda bulunuyorlar.
Köle ticareti 12. ve 19. yüzyıllar arasında devam etmiş. İskoç asıllı İngiliz misyoner Dr. Livinstone’un çabaları sonucu yasaklanmış.
Bina şu anda müze olarak kullanılıyor.
Müzenin çıkışında, kilisenin bahçesinde o günleri sembolize eden heykeller var. Bir çukur içinde boyunlarından bağlı köle heykeller. 1998’de yapılmış.
Buradan sonra bahçe içerisindeki Zanzibar’ın en büyük kilisesine giriyoruz. (Christ Kilisesi).
Eskiden köle pazarı olan yerde Dr. Livingstone’un çabalarıyla köleliği yasaklayan İngilizler tarafından yaptırılmış bir Anglikan Kilisesi. 1873 senesinde İngilizler, Umman Sultanı’na köle ticaretini yasaklayan antlaşmayı imzalatmış ve böylelikle köle ticareti son bulmuş.
Kilise, aynı zamanda Zanzibar’ın ilk kilisesi olma özelliğini taşıyor.
Stone town Fredy Mercury’nin doğum yeri olması ile de oldukça ünlü bir yer. Queen grubunun solisti Freddie Mercury (Faruk Bulsara)’nin evi de sıkça ziyaret edilen yerlerden. Alt katında hediyelik eşya satan bir dükkan bulunuyor.
Artık yoruluyor ve kendimizi okyanus kıyısındaki bir restorana atıyoruz.
Restoranda Ramadan bizi buluyor ve kendine yemek ısmarlatıyor.
Ardından havaalanı ve pır pır uçakla eski başkent Dar Es Selam’a uçuyoruz.
İstanbul uçağı gece saat 3:35’de. Kalan vakti değerlendirmek için de eski organizatörümüz Ramadan gelip bizi alıyor ve Slipway’e götürüyor. (Gidiş-dönüş toplam 100 dolar) Gidince öğreniyoruz ki burada bulunan mağazalar kapanmak üzere. Biraz Ramadan’ı paylıyorum. Neyse bir-iki mağaza görüp açık olan tek restorana oturuyoruz. Bendeniz sunumu güzel olan soslu bir makarna yiyiyorum. Vakit yaklaşınca Ramadan bizi havaalanına götürüyor.
Havaalanına geldiğimizde uçak saatimize daha var diye içeri almıyorlar. Dışarıdaki sıra sıra dizilmiş banklara oturuyoruz vakit yaklaşana kadar. Ve vakit tamam. Çok güzel vakit geçirdiğimiz Afrika’ya veda ediyoruz.
Swahili dilinden seçmeler:
Hakuna matata: Herşey yolunda, asayiş berkemal
Jambo: Merhaba
Mambo? Poa?: Nasılsın? İyiyim.
Asente sana: Çok teşekkürler
Karibu sana: Hoş geldin
Ndiyo-Hapano: Evet-Hayır
Jina lako nani?: İsmin ne?
Jina langu ni ….: İsmim ..
Nakupenda: Seni seviyorum
Pole sana: Sorry
Pole pole: Yavaş yavaş
Pesa: Para
Kwaheri: Allahaısmarladık